27 Ocak 2017 Cuma

Olanlar oldu, olanlar oldu❤️

Sade, duru, sıcacık bir hikaye...

Su gibi,

Deniz gibi,

Ege gibi...

Duyguları o kadar samimi anlatmış ki, kalbinizi ısıtıyor. Bakıştıklarında aşkın ilk kıvılcımını göreceksiniz, gözlerinizin önünde canlanacak...

Sadenin zarifliğini, şarkıların derinliği süsleyecek...

Her detay o kadar güzel ki... Yel değirmeni, hikayesi, sokaklar, pazar, çocuk bisikleti, varenda, tekne, radyo, sandalet. Her duygu o kadar gerçek ki... Fuları koklarken çekilen acı, ilk öpücük heyecanı.

Hiç gelmeyecek trenleri beklemek gibi beklemek sevdiğini; ince bir hüzün dalgalandıracak gözlerinizde... İncirler olana kadar kalsaydın bari; buruk bir umut bırakacak dudağınızdaki tebessümün kenarına...

Salonun merdivenlerinden çıkarken bittiğinde film, aşk ne güzel şey diyeceksiniz. Ben dedim, öyle güzel aşık olmak istedim❤️

Yüreğine ve kalemine sağlık Ata Demirer, ve güzel oyuncular...

Aşk Ata Demirer'e çok yakışmış, söylemeden geçemeyeceğim☺️



12 Haziran 2016 Pazar

Kör nokta: La Migliore Offerta


"Sana, sadece bana inanmış olsaydın ne kadar büyük bir sanatçı olabileceğimi hatırlatmak için, tablolarımdan birini göndereceğim."

Kör noktalarımız var... Hayatın kör anlarına denk geldiği an zifiri bir karanlığın içine çekildiğimiz...

Bakarkör, ne güzel ifade etmiş atalarımız. Tüm gerçek gözümüzün önünde olur da, kör noktalarımıza denk gelmişse fısıldamaz bile kulağımıza...

Gerçek ile sahtenin iç içe geçtiği bir dünya mıdır? Her sahtenin içinde karşı konulmaz şekilde gizlenmiş bir gerçek var mıdır?

"İnsani duygular da sanat gibidir. Taklit edilebilirler. Gerçek görünürler, ancak aslında taklittir. Neşe, acı, nefret... Hastalık, iyileşme... Aşk bile..."

Birini iyileştirebileceğine inanma egosu zalimce ele geçirir benliğini. Gerçek, gerçek, gerçek aşk...

Bu filmin içine sanatın muhteşem dünyası gizli. Tablolar, antikalar ve müzikler. Ah, o müzikler... Şölen gibi, ziyafet gibi.

Geoffrey Rush her zamanki gibi sanki sadece o rol için doğmuşçasına oynuyor. Mimikleri, sesi, duruşu, duyguları, her şeyle Virgil sanki.

Tutkusunun tutsağı olmanın hikayesi bu film.

Gizemli, umutsuz, boşlukta kalmış gibi.


27 Mart 2016 Pazar

Seçmek mi özgür kılar, özgür olan mı seçer?

Seçimlerimiz...

Bizi biz yapan, kaderimizi belirleyen tercihlerimiz. Önceliklerimiz.

Hayatım boyunca şuna inandım: seçeceksin ve seçtiklerinin sorumluluğunu taşıyacaksın.

Hep ben mi adım atmak zorundayım? Evet, bu senin hayatın. Kendin için atacaksın.

Hep ben mi düşünmek zorundayım? Evet, bu senin hayatın. Kendin için düşüneceksin.

Hep ben mi çalışmak zorundayım? Evet, bu senin hayatın. Kendin için çalışacaksın, anlatacaksın, iletişim kuracaksın, yapacaksın. Yılmayacaksın. Kendi benliğine ulaşana kadar gideceğin yolculukta durmayacaksın.

Aslında hayatının sorumluluğunu taşıyacaksın... Yenilmez'de Mandela, Gladyatör'de Maximus, Zoraki Kral'da George. Dersimiz Atatürk'de Mustafa Kemal...

Hepsi hayatının sorumluluğunu alıyor. Yılmıyor, bıkmıyor, yorulmuyorlar.

Kendisine imparatorluk teklif ediliyor, ailesini seçiyor. Kral iken yönetimi başkasına devretmeyi seçiyor. Krallığı kabul etmeyi seçiyor. Cumhuriyet kurmayı seçiyor.

Seçtikleri için özgürler, özgür bir ruha sahip oldukları için seçiyorlar. Özgürler, bağlı veya bağımlı değiller. Özgürler, daha iyi bir ideal için seçmenin sorumluluğunu alacak kadar cesurlar. Cesurlar, liderler, özgürler...

Ateşböcekleri neden bu kadar erken ölür? - Ateşböceklerinin Mezarı


Seita ve Setsuko'nun hüzün ve acı dolu hikayesi usul usul sarıyor ruhunuzu ve boğazınızda düğümleniyor. Ne bir söz söyleyebiliyorsunuz, ne de bir damla gözyaşı dökebiliyorsunuz. Öylece boşluğa takılıyor gözleriniz, öylece sessizce...

İkinci Dünya Savaşı'nın sonuna yakın bir dönemde Japonya'da geçer iki kardeşin öyküsü. Savaşın harabettiği bir şehirde çocukların çaresizce ölüme yürüdüğünü görmek kahrediyor elbette. Nasıl, nasıl görmez birileri diye inanmak istemiyor insan... Nasıl, nasıl sahip çıkamaz bir kişi bile?

Açlıktan, bakımsızlıktan, ilaçsızlıktan ve en çok da ilgisizlikten öldüklerine tanık olmak zor. Üstelik hikayenin gerçek olduğunu bilmek çok acı. Sarsıcı bir animasyon filmi...

Hiçbir şey değişmedi oysaki. Bugün de savaş yine savaş, kötülük yine kötülük. Ülkesinden kaçarken kıyıya vuruyor masum yavrular... Bombalar patlarken savunmasızca yaralanıyorlar... Kaçırılıyorlar, işkenceye maruz bırakılıyorlar... Terkediliyorlar... Hiç bilmiyorlar ki neden? Denizi göğü bilmiyorlar, toprağı havayı bilmiyorlar. Savaş nedir, nedir barış bilmiyorlar. Nereye gittiklerini, ne olduğunu soramıyorlar? Savunmasızlar hepsi, hepsi masumlar. Hepsi oyuncakları ile oynarken, annelerinin gülüşünde şımarmalılar.

Filmi izlerken insanlar nasıl hiç elini uzatmazlar diye sorular içinde buldum kendimi. Uzatabiliyor muyuz ki? Görüyor muyuz ki? O kadar karıştıki kötülük iyiliğin içine, herşeyden korkar olduk. Elde değil, can güvenliğinden korkar olduk. Mendilci, camları silen, tinerci derken arkasında ne var kaçar olduk. Mülteciler derken zarar gelir diye ürker olduk...

Malesef paranoyak olduk... Güvensizlikten sindik, kabuğumuza çekilir olduk...

Affet bizi çocuk, şimdilerde duyarsızlaştık, şiir bile okuyamaz olduk...

Öyle bir ağlasam
    Öyle bir ağlasam çocuklar
    Size hiç gözyaşı kalmasa.
  
  Öyle bir aç kalsam
    Öyle bir aç kalsam çocuklar
    Size hiç açlık kalmasa.
    
Öyle bir ölsem
    Öyle bir ölsem çocuklar
    Size hiç ölüm kalmasa.

23 Mayıs 2015 Cumartesi

Unutursam Fısılda...

Ben hayatımın peşinden gittim, şimdi olsa yine giderim...



Düşleri olmalı insanın ve bir de onların peşinden gitmeye cesareti...


Çağan Irmak duyguların derinlerden sıyrılarak gün yüzüne çıktığı bir film yapmış yine. Bir tutam sihirli altın renginde toz almış sanki savurmuş havaya, uçuşurlarken rengarenk görünüyorlar. Öyle karıştırıyor, öyle sözcüklerden yoksun bırakıyor film. Bir duygudan diğerine, bir renkten diğerine uçuşuyorsunuz.


Gitmek mi kalmak mı yorucu?


Abla olmak mı kardeş olmak mı aslolan?


Bağımlı olmak mı bağımsız kalmak mı zor?

İnsan ne kadar kırsa da kırılsa da en sevdiğine sığınıyor sanki ve aynı şekilde affediyor galiba. İki kardeşin öyküsünü sandıktan bulup çıkarmış gibi geliyor Çağan Irmak. Öyle önemli bir konuya da değinmiş ki aynı zamanda. Işıltılar içinde gördüğümüz hayatların ne kadar zor olduğunu hatırlatıyor. Oysa ne kadar kolay harcıyoruz insanları, hayatları.


Oyuncu seçimi çok güzel. O yıllarda sahnede olan Hümeyra'nın oluşu ayrı bir tad katmış, hepsi ama hepsi çok güzel oynamış. Ben filmin müziklerine bayıldım, şölen havasında adeta... Kenan Doğulu çok sıkı çalışmış, çok emek vermiş. Müziklerde zaman zaman ince bir sızı, heyecan ve bazen de umut.


Nasılsın kızım anlat bana hikayeni kimler üzdü gözlerini
Nasılsın kızım söyle bana kendini neler kırdı kalbini
O taze saçlarda kimlerin eli yaşlanmış dumanlı nefesleri
Hoyratça itişleri, görgüsüz asaletsiz üzüşleri
Sen neler neler çektin ben biliyorum
Dokunsam ağlarsın hissediyorum
Hüzün zamanı geçti onlar eskidendi bitti hepsi geçti
Kirli beyaz kedi yıkan gözyaşımla
Kurtul anılardan, sarıl yarınlara
Kirli beyaz kedi yıkan gözyaşımla


9 Şubat 2014 Pazar

Eyvah Eyvah! Sade bir hayatın keyfi:)

İkincisinin çekimlerinden sonra 3. çekilmeyecek demişti Demirer ve Akbağ. İçimden vay be demiştim ve takdir etmiştim. Zirvede bırakacaklardı:) Bu sebeple son filme tepkiliydim ve gitmemeyi düşünmüştüm aslında ama komedi seyretmenin çekiciliği unutturdu herşeyi:)

Cuma akşamı iş çıkışı karar verdik Eyvah Eyvah 3'e gitmeye. Korupark'da 4 salonda oynuyor ve hiç boş yer yok! Haftanın yorgunluğu öyle çökmüştü ki, Cumartesi'ye erteledik sinema planını.

Bu filmin en başarılı yanı keşfettiği yer ve insanlar. Geyikli'yi ve candan, samimi insan tiplemelerini iyi ki keşfetmiş Ata Demirer. Sadeliğin içindeki zenginliği öyle güzel anlatıyor ki bu film.

Hani hayatın koşuşturmacasından bunalırsınız da bir sahil kenarında soluklanmak istersiniz ya... İşte öyle zamanlarda izleyin bu filmi. Herşeyin para, makam, şöhret olmadığını çok ince bir dille anlatıyor size. Sanatı, müziği hayatına dahil etmiş insanların ne kadar farklı olduğunu hissettiriyor nazikçe.

İyi ki gitmişim, çok güldüm. Hatta daha film başlamadan başlıyorsunuz gülmeye:) Bu filme biraz iltimas da geçmiyorum değil. Ne yapalım Ege'nin doğal insanı harika.

Badem tiplemesi unutulur gider demişti sinema eleştirmenleri ama sanki gelecekte de izlenecek bu seri. Biraz Yeşilçam'ın komedilerini andırıyor. İlkinin müzikleriyle yakaladığı başarıyı yakalayamaz gibi geliyor bana ama "Dol Karabakır" yine de güzel.

Hayvanların kesildiği sahnedeki seslerinden rahatsız olmadım değil! Hayvanları için ağlayan birine "benim çocuğum kaybolmuş sen hayvanlarını düşünüyorsun" cümlesinden daha zekice bir replik beklerdim. Hayvanlara zarar verilmediğini bilsem de inanılmaz rahatsız edici geldi bana.

Film biraz aceleye gelmiş gibi ya da öncekilerin biraz tekrarı olmuş gibi. Eğer ilk ikisini izlemediyseniz özellikle ikinci filmi kaçırmayın. Ancak, bol bol kahkaha atmak ve güzel Ege sahillerindeki o güzel yaşamı görmek istiyorsanız kaçırmayın gidin mutlaka. İtiraf edeyim filmin sonunda şu köylerden birinde yaşasam ya diyor insan.



5 Ocak 2014 Pazar

Agora - İnsanlığın kadınla imtihanı


"Bizi birleştiren şeyler, ayıranlardan daha fazla..."

Bugün izlediğim bir haber beni yıllar öncesine götürdü. Haber, küçük bir şehirde yatılı yurtta kalan kız öğrencilerin, okullarına giderken civar sakinlerinin tacizlerine uğramaları sebebi ile yaptıkları protestoyu getiriyordu ekranlara... Kız öğrencilere yapılan sözlü saldırılar kulaklarımda canlandı birden. Liseyi yatılı okumuş bir kız öğrenci olarak, okula gitmek için bindiğim minibüste bir çok kez tanık olmuştum bu cümlelere... "Başımıza taş yağacak!" "Kız kısmının ne işi var yatılı okulda"
15 - 16 yaşlarında bir kız çocuğu bu sözleri duyunca ne yapar? Kulaklarını tıkar, bir an önce okula varmak için dakikaları sayar ve minibüsten iner inmez sığınır okuluna. Çalışır, çalışır, çalışır, ya sonra?!

Dün izledim 2009 yapımı, Amenabar'ın filmini... Çok geç kalmışım.

İnsanlık olarak çok geç kalmışız!

Bizim zamanımızdan 1600 yıl önce. Dile kolay 16 asır...

İnsan denilen bu varlık çok az yol almış o zamandan beri. Azınlığın ezildiği, farklı olanın dışlandığı, zayıf olanın kaybettiği, düşünenin öldürüldüğü bir insanlık tarihi... İnsanları din sistemleri içerisine sokup yönlendirmeye çalışanların değişmeyen öyküleri... Düşünmeyen, sorgulamayan, körükörüne inanan insanoğlu. "Söylediklerimi insan gibi mi anlıyorsunuz, yoksa koyun gibi kafanızı mı sallıyorsunuz?"

Tarihi vahşetle dolu bir gezegeni, uzaydan bakılarak gösterilen sahneler etkileyici bir anlatım. Bu sahne bana, Inconvenient Truth / Uygunsuz Gerçek belgeselini hatırlattı. O kadar güzel anlatıyor ki, evrenin merkezi sandığımız bu dünyanın aslında evrende gözle görülmeyecek kadar küçük bir yer olduğunu... Oysa ne kadar gereğinden fazla önemsiyor insanoğlu kendini...

Hypatia'nın hikayesi insanlığın kadınla imtihanını anlatıyor. Sözün bittiği yer Hypatia'nın sonu...

Hypatia, dünya yörüngesinin elips olduğunu ispatlıyor ama bilim çalışmalarından geriye hiç bir şey kalmıyor. 1200 yıl sonra bulunuyor Kepler tarafından bu bilimsel gerçek. Bunun gibi ne çok şey kaybediyor insanoğlu... Ne kadar geç kalıyor...

Şimdi durum farklı mı? Çok ilerledi mi insanoğlu? Bazı yerlerde belki ama cevabı Şefiye'nin daha önce benimle paylaştığı videoya bırakıyorum...

http://www.ted.com/talks/shabana_basij_rasikh_dare_to_educate_afghan_girls.html