12 Haziran 2016 Pazar
Kör nokta: La Migliore Offerta
"Sana, sadece bana inanmış olsaydın ne kadar büyük bir sanatçı olabileceğimi hatırlatmak için, tablolarımdan birini göndereceğim."
Kör noktalarımız var... Hayatın kör anlarına denk geldiği an zifiri bir karanlığın içine çekildiğimiz...
Bakarkör, ne güzel ifade etmiş atalarımız. Tüm gerçek gözümüzün önünde olur da, kör noktalarımıza denk gelmişse fısıldamaz bile kulağımıza...
Gerçek ile sahtenin iç içe geçtiği bir dünya mıdır? Her sahtenin içinde karşı konulmaz şekilde gizlenmiş bir gerçek var mıdır?
"İnsani duygular da sanat gibidir. Taklit edilebilirler. Gerçek görünürler, ancak aslında taklittir. Neşe, acı, nefret... Hastalık, iyileşme... Aşk bile..."
Birini iyileştirebileceğine inanma egosu zalimce ele geçirir benliğini. Gerçek, gerçek, gerçek aşk...
Bu filmin içine sanatın muhteşem dünyası gizli. Tablolar, antikalar ve müzikler. Ah, o müzikler... Şölen gibi, ziyafet gibi.
Geoffrey Rush her zamanki gibi sanki sadece o rol için doğmuşçasına oynuyor. Mimikleri, sesi, duruşu, duyguları, her şeyle Virgil sanki.
Tutkusunun tutsağı olmanın hikayesi bu film.
Gizemli, umutsuz, boşlukta kalmış gibi.
27 Mart 2016 Pazar
Seçmek mi özgür kılar, özgür olan mı seçer?
Seçimlerimiz...
Bizi biz yapan, kaderimizi belirleyen tercihlerimiz. Önceliklerimiz.
Hayatım boyunca şuna inandım: seçeceksin ve seçtiklerinin sorumluluğunu taşıyacaksın.
Hep ben mi adım atmak zorundayım? Evet, bu senin hayatın. Kendin için atacaksın.
Hep ben mi düşünmek zorundayım? Evet, bu senin hayatın. Kendin için düşüneceksin.
Hep ben mi çalışmak zorundayım? Evet, bu senin hayatın. Kendin için çalışacaksın, anlatacaksın, iletişim kuracaksın, yapacaksın. Yılmayacaksın. Kendi benliğine ulaşana kadar gideceğin yolculukta durmayacaksın.
Aslında hayatının sorumluluğunu taşıyacaksın... Yenilmez'de Mandela, Gladyatör'de Maximus, Zoraki Kral'da George. Dersimiz Atatürk'de Mustafa Kemal...
Hepsi hayatının sorumluluğunu alıyor. Yılmıyor, bıkmıyor, yorulmuyorlar.
Kendisine imparatorluk teklif ediliyor, ailesini seçiyor. Kral iken yönetimi başkasına devretmeyi seçiyor. Krallığı kabul etmeyi seçiyor. Cumhuriyet kurmayı seçiyor.
Seçtikleri için özgürler, özgür bir ruha sahip oldukları için seçiyorlar. Özgürler, bağlı veya bağımlı değiller. Özgürler, daha iyi bir ideal için seçmenin sorumluluğunu alacak kadar cesurlar. Cesurlar, liderler, özgürler...
Bizi biz yapan, kaderimizi belirleyen tercihlerimiz. Önceliklerimiz.
Hayatım boyunca şuna inandım: seçeceksin ve seçtiklerinin sorumluluğunu taşıyacaksın.
Hep ben mi adım atmak zorundayım? Evet, bu senin hayatın. Kendin için atacaksın.
Hep ben mi düşünmek zorundayım? Evet, bu senin hayatın. Kendin için düşüneceksin.
Hep ben mi çalışmak zorundayım? Evet, bu senin hayatın. Kendin için çalışacaksın, anlatacaksın, iletişim kuracaksın, yapacaksın. Yılmayacaksın. Kendi benliğine ulaşana kadar gideceğin yolculukta durmayacaksın.
Aslında hayatının sorumluluğunu taşıyacaksın... Yenilmez'de Mandela, Gladyatör'de Maximus, Zoraki Kral'da George. Dersimiz Atatürk'de Mustafa Kemal...
Hepsi hayatının sorumluluğunu alıyor. Yılmıyor, bıkmıyor, yorulmuyorlar.
Kendisine imparatorluk teklif ediliyor, ailesini seçiyor. Kral iken yönetimi başkasına devretmeyi seçiyor. Krallığı kabul etmeyi seçiyor. Cumhuriyet kurmayı seçiyor.
Seçtikleri için özgürler, özgür bir ruha sahip oldukları için seçiyorlar. Özgürler, bağlı veya bağımlı değiller. Özgürler, daha iyi bir ideal için seçmenin sorumluluğunu alacak kadar cesurlar. Cesurlar, liderler, özgürler...
Ateşböcekleri neden bu kadar erken ölür? - Ateşböceklerinin Mezarı
Seita ve Setsuko'nun hüzün ve acı dolu hikayesi usul usul sarıyor ruhunuzu ve boğazınızda düğümleniyor. Ne bir söz söyleyebiliyorsunuz, ne de bir damla gözyaşı dökebiliyorsunuz. Öylece boşluğa takılıyor gözleriniz, öylece sessizce...
İkinci Dünya Savaşı'nın sonuna yakın bir dönemde Japonya'da geçer iki kardeşin öyküsü. Savaşın harabettiği bir şehirde çocukların çaresizce ölüme yürüdüğünü görmek kahrediyor elbette. Nasıl, nasıl görmez birileri diye inanmak istemiyor insan... Nasıl, nasıl sahip çıkamaz bir kişi bile?
Açlıktan, bakımsızlıktan, ilaçsızlıktan ve en çok da ilgisizlikten öldüklerine tanık olmak zor. Üstelik hikayenin gerçek olduğunu bilmek çok acı. Sarsıcı bir animasyon filmi...
Hiçbir şey değişmedi oysaki. Bugün de savaş yine savaş, kötülük yine kötülük. Ülkesinden kaçarken kıyıya vuruyor masum yavrular... Bombalar patlarken savunmasızca yaralanıyorlar... Kaçırılıyorlar, işkenceye maruz bırakılıyorlar... Terkediliyorlar... Hiç bilmiyorlar ki neden? Denizi göğü bilmiyorlar, toprağı havayı bilmiyorlar. Savaş nedir, nedir barış bilmiyorlar. Nereye gittiklerini, ne olduğunu soramıyorlar? Savunmasızlar hepsi, hepsi masumlar. Hepsi oyuncakları ile oynarken, annelerinin gülüşünde şımarmalılar.
Filmi izlerken insanlar nasıl hiç elini uzatmazlar diye sorular içinde buldum kendimi. Uzatabiliyor muyuz ki? Görüyor muyuz ki? O kadar karıştıki kötülük iyiliğin içine, herşeyden korkar olduk. Elde değil, can güvenliğinden korkar olduk. Mendilci, camları silen, tinerci derken arkasında ne var kaçar olduk. Mülteciler derken zarar gelir diye ürker olduk...
Malesef paranoyak olduk... Güvensizlikten sindik, kabuğumuza çekilir olduk...
Affet bizi çocuk, şimdilerde duyarsızlaştık, şiir bile okuyamaz olduk...
Öyle bir ağlasam
Öyle bir ağlasam çocuklar
Size hiç gözyaşı kalmasa.
Öyle bir aç kalsam
Öyle bir aç kalsam çocuklar
Size hiç açlık kalmasa.
Öyle bir ölsem
Öyle bir ölsem çocuklar
Size hiç ölüm kalmasa.
Etiketler:
Biyografi,
Çocuk,
GraveoftheFireflies,
savaş,
sevgi
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)