29 Aralık 2013 Pazar

Wall-E - Körükörüne inanmak ve uyanmak


Keyifli, eğlenceli ve dokunaklı bir animasyon filmi Wall-E. Pazar günü, ailece keyifli bir kaç saat geçirmek için güzel bir fırsat. Yılın bu son Pazar'ında ertelemeyin, izleyin derim:)

Pixar'ın yarattığı belki en sevimli karakterler. Konuşamıyorlar ama herşeyi öyle güzel anlatıyorlar ki :)

Wall-E küçük bir çöp toplayıcı robot. Robotların duyguları olur mu, gelecekte olacak mı ayrı bir tartışma konusu ama aşkı çok güzel yaşatıyor bizlere.
Eve, görev odaklı ama duyguları da olan bir robot. Aldırmaz görünse de önemsiyor, değer veriyor arkadaşına. Eh, o da aşık oluyor:)

İnsanoğlu...

Düşünmüyor, sorgulamıyor. 700 yıl öncesinin gerçeğine inanmış, düzenin dışına hiç çıkmıyor. Körükörüne bağlı bu gerçeğe... Aslında bu gerçeği ona anımsatan robotlara.

Dünya'dan çok uzakta, kendisine öğretilen cennette! yaşamaya hemen adapte olmuş ve düşünmeyi unutmuş insanoğlu.

Ne kadar ironik değil mi?

Doğadaki düşünme gücüne sahip bildiğimiz tek canlıyız ancak bu gücümüzü hemen unutuyoruz. Bize öğretilen, bilmemiz gerektiği kadar çizilen sınırlar içerisinde düşündüğümüzü sanıyoruz. Azıcık düşünüyoruz, düzene uyuyoruz, mutlu oluyoruz. Başımız derde girmiyor. Biraz düşüneni dışlıyoruz, yabancılaştırıyoruz, hapse atıyoruz. Dünya'nın düz olmadığını düşündü diye öldürüyoruz bile hatta... Oysa belki de bildiğimiz ama unutmaya programlandığımız bir evrende yaşıyoruz. Ya da bambaşka bir sistem var tanımlayamadığım. Bilmiyoruz... Düşünemiyoruz...

Filmde insanoğlunun önünde bir ekran var. Kazara bir kadının ekranı kırılınca söylediği söze çok güldüm:)) "Yüzme havuzumuz olduğunu bilmiyordum!" :))
Sahneler aslında çok yabancı değil, şimdi de ekranlarımız var önümüzde. İleride bunların iki boyutlusu olacak anladığım:)

Küçük bir bitki...

Bir umut, bir ışık tünelin ucunda. Yıllar önce lise edebiyat öğretmenim bir söz söylemişti: "kaldırım kenarındaki küçük çiçeği görüyorsanız hala, umudunuzu yitirmemişsiniz demektir". Filmdeki küçük bitki ile ortaya çıkan hikaye bu sözü hatırlattı bana. Hikayeyi anlatmayacağım çünkü filmin büyüsü bozulur ama izleyince tekrar konuşalım.

Bu arada o bitki buzdolabında nasıl yaşıyor diye merak ettim. okuduğum kadarı ile buzdolabı bitkiyi bir takım olumsuz şartlardan koruyor; fırtına gibi mesela. Araştırma yaparken NASA'nın yaptığı bir çalışmayı okudum, sizlerle de paylaşmak istedim. İnsanlar neler yapıyor, biz sosyal medyayı orta çağdaki cadı olayı gibi karşılayan politikacılarla uğraşıyoruz. Neyse... Domates tohumlarını uzaya göndermişler, radyasyona ve uzaydaki olaylara maruz bırakmışlar. Sonra öğrencilerden bu tohumları ve normal tohumları ekmelerini istemişler. Görülmüş ki uzaya giden tohumlarda bir değişiklik olmamış. Tohumlar zor şartlarda dahi korunarak kalabiliyor. Araştırmayı merak edenler için buyurunuz link:

5 Aralık 2013 Perşembe

Invictus. İlham veren liderler...


                                                                  Kapı ne kadar dar olsa da
                                                                  Cezalarım ne kadar ağır olsa da
                                                                  Kaderimin efendisi benim
                                                                  Ruhumun kaptanı benim
                                                                                             Hanley, 1875                       

Bir ulus; fakirliğin, şiddetin ve ırkçılığın pençesinde...
Bir takım; başarısızlığın ve çaresizliğin uçurum kenarında...
Ve bir lider... İlham veren bir lider...
Umutsuzluğun umuda dönüştüğü muhteşem bir öykü...

İlham veren lideri tanımla deseler, ancak bu film kadar yalın ve açık bir anlatım olabilir. Bu filmden çok etkilendim. Durdurdu beni, sakinleştirdi. Sanki el freniydi. Koca bir ulusu dönüştürürken bu kadar sakin ve kendinden emin olmak, nasıl olabilir diye sordum kendime. El frenini çektim ve izlemeye koyuldum.

Öyle bir film ki, ilham veren lider ete kemiğe bürünüyor, o sakin insanın içinde hayat buluyor sanki. Öyle bir film ki, dikkat kesilip her anına, bir solukta izleniyor. Bu film liderlik adına öyle derin mesajlar taşıyor ki, mutlaka izlenmesi gerekiyor.

Kendisi hakkında göreve geldikten bir kaç gün sonra "seçimi kazanabilir ama bir ülkeyi yönetebilecek mi?" yazan gazeteyi gördüğünde, sakin bir tavırla "doğru bir nokta" diyecek kadar olgun ve kritiğe açık, kendinden emin bir lider.

27 yıl haksız yere hapis yattıktan sonra devlet başkanı oluyor. Yaşadığı adaletsizlik karşısında öc almasını herkes doğal karşılarken ve hatta almasını isterken "affetmek ruhu özgür bırakır" diyecek kadar hoşgörülü ve asil bir lider... "Affetmek işte bu yüzden çok güçlü bir silahtır. Korkuyu yok eder." sözü ne kadar önemli bir ipucu veriyor bize, hayatımızı yaşarken göstermemiz gereken duruşa dair. Hoşgörü toplumu yaratmak istiyor ve bu sebeple diyor ki, olmasını istediğin değişim önce sende başlar. İnsanlar değişmek ve iyi bir şeyler yapmak için ilham beklerler. Eğer bu ilham liderin kendisi olmazsa, değişim nasıl anlam kazanabilir ki?

Asla başarılı olamayacağı düşünülen bir takıma inanan bir lider. Aslında bir rugby takımından çok daha fazlasını, fırsatı gören bir lider. Bir ulusu başarıya yönlendirecek birleştirmeyi yaratacak metaforun ne olduğunu çok iyi tartabilen bir lider...

Bir düşü olan, ne istediğini bilen ve bütün bir ulusu o yöne yönlendirebilen bir lider... Bu düş için sınır tanımayan, politik gücünü ve geleceğini riske atıyorsun diye kritik edildiğinde, "bunu yapmaktan korktuğum gün, liderlik etmeye uygun olmadığım gündür" diyebilecek kadar özgür ve özgüvenli...

Bu düş için tüm varını yoğunu ortaya koyan, çok çalışan bir lider... Başarı için gerekli olan ayrıntıları atlamayan, her detayı düşünen, ekibin tüm üyelerini çok iyi tanıyan... Ekibini tanımak ve ilgi göstermek içinden gelen, hiç kimseyi atlamayan, usanmadan ilgilenen ve her bireye tek tek ilgi gösteren, şefkat dolu ve asil ruhlu bir lider...

Bu filmdeki ilham veren liderin özellikleri saymakla bitmiyor. Filmi mutlaka izleyin. Sonra dönüp bu anlattıklarımla dolu örnekler üzerinde düşünün mutlaka. Adeta liderlik üzerine ders veriyor.

Soruyor rugby takımı kaptanına: ekibine elinden gelenin en iyisini yapması için nasıl ilham verirsin? Bu soruyu soran bir lider ile karşı karşıya olduğunuzu düşünün. Ne kadar yönlendiren ve eğiten bir yaklaşım. Cevabı da bir o kadar anlam yüklü aslında... İlham veren başkalarının eserlerinden ilham almak... Bunun üzerine veriyor aslında genç kaptana, hayatı boyunca yol gösterecek bu şiiri...

"I am the master of my fate,
                                                             I am the captain of my soul..."

Nelson Rolihlahla Mandela... Filmi izledikten sonra daha yakın gelen "Madiba"... 95 yaşında, 5 Aralık 2013 tarihinde vefat etti. Yaşarken görebilme şansını artık kaybettiğimiz bir önemli insan daha. İnsanı ve insanlığı hayatın merkezine koyan bir insan... Barışın ve liderliğin temsilcisi... Hoşçakal ve insanlık için yaptıkların için teşekkürler.


12 Eylül 2013 Perşembe

Fırsat eşitliği... Kendi filmimizi çekmek; gerçekleşen bir düş daha:)

Cinsiyet çeşitliliği diyerek çıktık yola. Bir düş yaratmak, paylaşılan bir düş. Paylaştıkça artan bir düş...


Bir isim bulduk düşümüze; iş hayatında fırsat eşitliği. Kadın erkek ayrımcılığı olmadan, insan olarak fırsatlardan eşit şekilde faydalanmak diyerek tanımladık düşümüzü...

Projede neler yaptığımızı başka bir yerde anlatırım sonra. Sizlerle asıl paylaşmak istediğim ise çektiğimiz belgesel film.

İnsanın filmler ile blog yazarken kendi filmini yapması inanılmaz güzel bir duygu.

Gecenin ilerleyen saatlerinde kahkahalarla karışan kahve kokusu... Bir fikrin üzerine bir fikir ekleyerek büyümenin verdiği keyif... En ufak ayrıntıya gösterilen özen...

İlk kez montaj sonrası izlerken yaşadığınız duygu dolu anlar... Hızlıca planladığınız prömiyer ve yetişme telaşı. Veeee işte ekranda!

İlk saniyelerde ekrandan alamıyorsunuz kendinizi. Sonra yavaş yavaş kayıyor bakışlarınız izleyenlere. Yüzlerindeki mimikleri dikkatlice izliyorsunuz. Beğendiler galiba:)

Film mi? İlk gösterim 23 Eylül'de. Şirket gösterimi ise 31 Ekim'de. O zamana kadar biraz sabır.

Cem, Şefiye, Eriş ve Fırat başta olmak üzere tüm arkadaşlarıma teşekkürler:)

Ne yapın edin, hayatınızda bir kez olsun bir film projeniz olsun.

Senaryo, konuşmalar, akış, çekimler, müzik derken takım çalışması nasıl bir keyif anlatamam.

O yüzden bu keyfi kendiniz tadın:)

31 Ağustos 2013 Cumartesi

Yaşayan ölüler... World War Z



"First of all, there was no way to save everyone. The outbreak was too far gone."

Uzun bir aradan sonra döndüm:) Bu arada birçok film izledim aslında itiraf etmeliyim ama yazamadım. Temmuz'da izlediğim bu film hakkında sohbet etmek istedim. Zombi filmlerine meraklı değilim ama bu film biraz farklı...

Bir zombi hikayesi etrafında bakarsanız evet klişe bir film. Ancak, detaylarında bir çok politik ve sosyolojik olgu var. Survivalizm akımını, korku ve belirsizliği, soyutlanma politikasını çok güzel işlemiş. Ortadoğu!, Amerika herşey var. Bunlarla ilgili detayları internette çok rahat bulabilirsiniz.
Sizler için bir kaynak ekledim mesela;
http://en.wikipedia.org/wiki/World_War_Z

Benim filmde dikkatimi çeken bir başka konu vardı aslında. Filmden çıktıktan sonra da insanın kendisine sormasına neden oluyor:

"bir savaş olsa ben ne olurum?"

Ülke için en önemli kişilerin korunduğu bir seferberlik ortamı. Tüm insanlık için göreve giden Pitt, arkadaşından tek bir şey istiyor. Ailesini korumasını.
Ancak bir süre haber alınamayınca Pitt'in öldüğü düşünülüyor.
O noktada içinden tekrarlıyorsun, hayır öldü diye ailesini atacak değiller ya gemiden!
Kararlar duygusal verilmiyor anlaşılan savaş anlarında... Başka bir korunaklı bölgeye transfer ediliyorlar ama sonuçta vazgeçiliyorlar...

Önemli bir görevin varsa yaşama şansın var. Peki ama ya o kadar önemli! biri değilsen?

Şu anda, film değil, savaşlar oluyor. Bildiklerimiz de var, bilmediklerimiz de... Savaşlar insanlar yüzünden mi oluyor? Hayır! Zombiler yüzünden oluyor. Gerçekten. Biz onları insan sanıyoruz ama onlar zombi aslında. Yaşadığını sandığımız aslında bu dünyada ölü olanlar yani...

Yoksa bu kadar kötülüğü yapabilir mi yaşayan bir insan? Gerçekten uyanmış bir insan yaşamın ne demek olduğunu bilirdi oysa...

Suriye'den göç edenlerin sayısı 2 milyon mesela. Filmden sonra düşünmeden edemedim. Ülkeler mültecileri nasıl kabul ediyor acaba? Eğitim seviyesine bakıp mı yerleştiriyor bir yerlere ya da görevlerinin önemlerine bakılıyor mu?
İnsanlık için kapılar açılıyor elbette ama bu insanlar üzerinde birilerinin tasarrufları olmuyor mu?

Düşünmeden edemedim...

Kim kime ne yapıyor? Kim ne kazanıyor, kaybediyor?

Sahi arka fondan tablolar ve önemli belgeler geçiyordu filmde. Belli ki savaş veya afet anında ilk korunacak belgeler ve sanat eserleri tanımlı. Araştırdım. Türkiye için böyle birşey var mı diye. Ancak bir bulgu yok. Bir yazıda rastladım, sorulmuş ancak gizlilik sebebi ile cevap verilemiyormuş.

Sahi sizce ilk kurtarılacak sanat eseri ne olmalı yangın anında?


30 Haziran 2013 Pazar

Yerdeki Yıldızlar... Havada süzülüyorsan, artık özgürsün.



“Anlıyorum. Gerçek hayat; acımasız, rekabete dayalı bir dünya herkes çocuğu dereceye girsin, birinci olsun istiyor. Doktor, mühendis, yönetici… Daha azı kabul edilemez. Yüz üzerinden 95,5 - 95,6 - 95,7; daha azı prestijsiz, değil mi? Allah aşkına bir düşünün her çocuğun kendine özgü yetenekleri, kapasitesi ve hayalleri vardır. Ama yok öyle, herkes aynı yarışta aynı şekilde yetişmeli! Beş parmağın bile beşi bir değil. İsterseniz itip çekin, aynı hizaya getirmeyi deneyin. Parmaklarınız kırılır.”

Oysa ne çok parmak kırıyoruz hayatta. Bazen kendimizinkileri, bazen başkalarınınkileri...

Hayata hep kendi pencerenden bakmak ve başkalarının pencerelerini keşfedememek... Kendi kalıplarının olması ve başkalarını bu kalıplara sokmak... Üstelik bu kalıplarla yargılamak... Kendimiz gibi olanı normal, doğru kabul etmek de, kendimizden farklı olanı dışlamak...

Yaşadığını sanmak ama aslında ölü olmak hayatta...

Bu film, canlı olmayı unutmamak için bir güç kaynağı... Bu film ölüler için bir umut uyanmaya dair...

"Gökkuşağının çizdiği rotayı takip edin,
Orada kaybolan minik yıldızı bulacaksınız
Dünya bu yıldızların ışığıyla aydınlanıyor
Evren parıldıyor..."

Hayatın içinden, çok yakın bir konu. Aamir Khan'ın harika oyunculuğu ve yönetmenliği. Mutlaka izlenmeli ve izletilmeli... Anne babalar, öğretmenler, yöneticiler. Herkes...

Yalnız kaldığınızı hissettiğinizde izleyin. Önyargılı davrandığınızı veya size davranıldığını düşündüğünüzde izleyin. Sadece eğlenmek değil düşünmek isterseniz izleyin. Ve yeryüzündeki bir yıldızın tekrar ışıldamasına ihtiyacınız olduğunda izleyin... İçinizdeki yıldızın ışığını kaybettiğinizde izleyin... Sıcaklığı ile sizi saracak, renkleri ile canlandıracak bir film...

"Seni mutlu eden şey olmalıdır hedefin. Hayatının amacını mutlu olduğun yerde ara."

http://www.imdb.com/title/tt0986264/?ref_=sr_1



24 Haziran 2013 Pazartesi

Bisiklet Hırsızları. Bir yenik öykü...



Vittorio de Sica'nın 1948 yapımı Oscar ödüllü filmi yeni gerçeklik akımının simgelerinden biri. 2.Dünya Savaşı sonrasında İtalya'nın içinde bulunduğu durumu bir ailenin derin kederi üzerinden aktarıyor.

Her sahnesinde içinize işleyen sade bir anlatımla, işsiz bir baba ve oğlunun ilişkisini gözler önüne seriyor. Aylar sonra iş bulan baba Ricci'nin, afiş işini alabilmesi için bir şeye ihtiyacı vardır: bir bisiklet.

Film tüm gerçekliği ile içinize işliyor. Umut, mutluluk, sevinç, hayal kırıklığı, utanç... Tüm duyguları en dorukta yaşatıyor, birbiri içinde kaybolarak... Aileni doyurmak için bir an herşeyi göze almaya kadar zorluyor sizi. Bir hırsızlık bir ailenin dramına yol açarken, o dramdan çıkmak için tüm ahlaki değerleri sorgulatıyor...

Çok güzel bir toplumsal analiz sunduğuna ve her sahnesini merakla izleyeceğinize söz verebilirim. Sonunda mutlu olmanın sözünü ise veremem, çünkü bir şey gelip düğümleniyor boğazınızda. Oyuncuların ünlü birer aktör olmadığını, bir işçi ve yoksul bir ailenin çocuğu olduğunu öğrendiğinizde bir kez daha düğümleniyor boğazınız. Filmden sonra zengin hayatlarına dönen oyuncular yok malesef, aynı hayata geri dönüyorlar...

Filmin her sahnesi çok dokunaklı. Her ayrıntıda çok şey gizli. Utanç içinde bir babanın çocuğunun elini tutma anını dikkatle izleyin. O utançla o minik elin içinde kaybolma, yitme isteğini tüm ruhunuzda hissedeceksiniz.

Hayatta kalma mücadelesi... Doğaçlama oyunculuklar... Bir yenik öykü...

Son günlerde sosyal medyada küçük esnafa destek olma konusu tartışılıyor. Bu filmden sonra büyük alışveriş merkezleri ve süpermerketler yüzünden işinden olmuş bakkallar, lokantalar, tuhafiyeler, kıyafet satanlar geldi aklıma... Biz, zengin insanları daha da zengin ederken, kaç aile işinden oluyor? Kaç baba kendi dükkanını kapatıp şanslıysa birinin yanında çalışmaya başlıyor? Kaç çocuk bu sebeple okumak yerine bir işe girip çalışmak zorunda kalıyor?

Üreten köylüye, kendi işini yapmaya çalışan küçük esnafa destek olmak hepimizin sorumluluğu. Biraz daha ucuz diye süpermarketleri kalkındırmak yerine, onlarla rekabet gücü olmayan mahalle bakkalını destekleyelim. Kim bilir aldığınız o bir ekmek bir ailenin geleceği belki de...

9 Haziran 2013 Pazar

Çoğunluğun içinde azınlığın sesi olmak...




12 Öfkeli Adam... Eğer izlemediyseniz 1957 ABD yapımı siyah beyaz çekilmiş bu filmi izlemenizi öneririm. Bir çok açıdan...

2007 yılında, ABD Ulusal Film Arşivi'nde mufahaza edilmesine karar verilmiş bir klasik. İyi bir film için müthiş bütçelere, dekorlara, kostümlere, sahnelere gerek olmadığını ispat ediyor adeta... Tamamı neredeyse tek bir odada çekilmiş...

Daha önce birbiriyle hiç karşılaşmamış ve tamamen farklı olan 12 adam... Bir jüri... Babasını öldürmekle yargılanan 18 yaşında bir çocuk için karar vermeliler... Suçlu mu suçsuz mu?

Bir karar verme süreci ve önyargılar... Seyirciyi de içerisine alıp jüri koltuğuna oturtmayı başarıyor... Siz de bir parçası oluyorsunuz filmin...

Mantıklı şüphe kavramını hukukçu olmayan birine bile sade bir dille anlatıyor. Liderlikle ilgili öyle güzel ipuçları var ki, liderlik programlarının başında mutlaka izletilmeli. Film ile ilgili tez yazılır da, bu blog yetmez anlatmaya...

Karar verme süreci, uzlaşma, diyalog oluşturma, kritik dinleme ve konuşma hakkı tanıma... Grup dinamikleri... Çoğunluğa uyma, geçmişle hesaplaşma, empati, motivasyon gibi psikolojik ve sosyal öğeleri içeren bu zengin içerik çok değerli...

Bloğumda sizlerle ilk bu filmi konuşmak istedim.

Benim için hayata dair birçok ipucunu barındıran bir film. Tüm içeriği bir kerede hazmetmek mümkün değil elbette... Ancak çok önemli bir ipucu vardı bu filmde beni etkileyen...

Ve bugünlerde hepimizi etkileyen...

Sadece çoğunluğun sesini değil, tek bir kişi bile olsa farklı düşüneni de dinlemek... Davis kadar güçlü bir şekilde çıkmazsa bile, o tek sesi dinlemek... Konuşmasına izin verecek ortamı sağlamak...

Ya çoğunluk değil de o bir kişinin düşüncesi ise doğru olan? Düşünsenize hayatta böyle ne kadar çok sahne oluyor. Ve ne kadar çok doğru düşünce çoğunluk tarafından susturuluyor...

Peki ya çoğunluğu görüp de hiç söylenmeyenler?

İşte bu sebeple çoğunluk olmak değil demokrasi... Bir ailede, bir departmanda, bir şirkette, bir ülkede demokrasiyi nasıl yorumladığınız önemli ... Nasıl işlettiğiniz...

Tek bir şeye ihtiyacımız var aslında, ipucu da filmde gizli olan;

Cesaret ve sabır!

Çoğunluğun içinde azınlığın sesi olma cesaretine ve dinleme sabrına...

27 Mayıs 2013 Pazartesi

İpuçlarını keşfederken...

Yaklaşık bir hafta önceydi...

Sevdiğim ve saydığım birinin bir cümlesi takıldı aklıma. "Okuduğum kitapları ufak notlar halinde biriktiriyorum" dedi. "Torunum için..."

O anda içimden geçirdim ne güzel bir miras diye. Sizin için verilen emeği düşündükçe bile nasıl mutlu olur insan. Bir de düşünün ki, nasıl bir birikim...

Aklımın bir kenarına takılmış işte... Haftasonu İstanbul'dan dönerken bir fikir heyecanlandırdı beni. Neden olmasın dedim kendimce. Neden olmasın? İzlediğim filmleri biriktirsem ben de:)
Hem de okumak isteyen herkese...

Sevgili dostum Özlem blog açmanın kolay olduğunu söyleyince koyuldum işe. Bu blog böyle başladı işte.

Adına gelince... Filmler her zaman hayatın ipucu gibi gelir bana. Farklı hayatlara açılan pencereler. Hepsinden öğrenecek çok şey var aslında. Bazen de fal tutmak gibi. Hani bir film izlersiniz de, evet ya diye geçirirsiniz içinizden.

Ne dersiniz? Siz de katılır mısınız bu keşfe:)